Yol, yolcu, yolculuk… Evet, haziranda uzun bir yolculuk… Yolculuk, her zaman istenen ya da istenmeyen bir süreçtir. Bu süreçte, yola niçin çıktığımız da çok önemlidir. Tercihiniz, ulaşmak için mi yoksa keşfetmek için mi? Ulaşmak için çünkü ucunda sıla-ı rahim sevinci kadar, acılar da bekler. Keşif için çünkü Anadolu milyonlarca hikayenin ya da binlerce fotoğraf karesinin her an yaşandığı uçsuz bucaksız bir film platosu gibidir… Akşehir’i geçtikten sonra, Mevlana diyarı Konya’ya doğru giderken, Konya’dan Aksaray’a, oradan da Yozgat’a yolculuğunuz devam ederken kaç kez sararan buğdaylar, yeni biçilmiş ekin tarlaları ya da boz bir coğrafya sizi karşılamıştır? Uzun bir yolculuğun devam ettiği yerde çoğu zaman lüleleri kurumuş çeşmelerin susuzluğunuza uzaktan gülen rüyası, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi gölgeleri olan dikenli bir iğde ağacının ya da cemi cümlesinin yanında bulursunuz. Bilmem kaç saat süren yolculuktan sonra bozkırın ortasında, asfalta vuran güneşin ve rüzgârın yaktığı yüzlerinizi yol kenarındaki çeşmede ıslattığınız mendille sarmak, ayaklarınızı bıraktığınız küçük havuza yansıyan özlem yanığı yüzünüze bakarak: ağırlaşan ve som olan bedenlerinizi biraz dinlendirmek, biraz gevşetmek istersiniz… Tam tepenizde oynaşan güneşin huzmeleri, iğdenin uçuk yaprakları arasından buldukları her fırsatta ışık ve renklerle belki sizi hayallere çağırır, sılaya dair anılardan konuşursunuz size yoldaşlık edenlerle. Arabanın teybinden;
“Sürerim buluttan tarlaları
Yağmurlar ekerim göğün göğsüne
Güneşte demlerim senin çayını
Yüreğimden süzer öyle veririm
…
Yeter ki ıslak ıslak bakma öyle” diye söyleyen, Cem Karaca’nın sesi gelmektedir…
Yorgunluk… Yol yorgunluğu. Ama yorgunluğunuzun üzerine alabildiğine ışık gülümsemesi yayılıyor, alabildiğine büyüleyici başak sarısı. Ruhunuzda etrafı izleyen bir obje var. Ben’i ben yapan bir şey var! Yüzünüzdeki mimik çizgileri gülümsüyor. Sılaya koşan bir şey var çünkü cancağızım! Sanki hiç yorulmak bilmiyor.
İğde, Bozkırın Çocuğu
Zamanın ağzına baygın kokusunu ve tozlarını doldurduklarına şahit olursunuz haziran boyunca iğde ağaçlarının.
Bozkırın kendine has ağaçları var. İğde, Anadolu bozkırının göğsüne “Hüdâ-i nâbit” yazgısıyla kök salan, adeta Allah tarafından bahşedilen, kendiliğinden çıkan bir ağaçtır.
Ondandır işte, iğde bozkırlıdır; bozkır ile varolan bir ağaçtır. Kuşburnu, kızılcık ve ballanan böğürtlenler yoldaşı olur. Bozkırın esas çocuklarındandır. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkırda her daim bir serap havası vardır. Uçsuz bucaksız kahverengi manzarası içinde iğde ağaçları da sizi ışıldayan bir serap gibi karşılar. Bu görünüm bazen bir ışık oyunu, bir rüya gibi gelir.
Hangi Koku bir İğde Çiçeği Eder?
Baygın kokusunun doyulmazlığı devam etsin diye dünya tatlısı çocuklar, içinin saflığıyla serpilmiş kızlar ve kanlarının coşku bastığı erkekler iğde ağacından kopardığı dalları götürerek ya dağınık ya da bir hevenk yapıp evlerinin uygun köşelere asarlar.
Kokusu hiçbir yapay kokuyla kıyaslanamaz. Bakın bu özelliğini şair İbrahim Demirci dört dizeyle nasıl ifade ediyor:
“Ateş var duman tütmez
Söz biter gizem bitmez
Bin ton parfüm kimyager
İğde çiçeği etmez.”
Evet, gerçek rayihası esansın iğde kokusudur. Haziranda süren gümüş imparatorluk günlerinin açık yeşili gümüşleyen türkülerini söyler hışır hışır iğde yaprakları… İğdenin çiçekleri küçük ve narindir. Uçuk sarı açan çiçeklerinin yaydığı koku, kabına sığmaz taşar; gökleri ağzına kadar doldurur. Demlenir de demlenir. Dünyanın diğer bütün çiçeklerinin kokuları için kıskançlık sebebidir bu. Hepsini çileden çıkarır, naz ve işveyle saç baş yoldurur. Bozkır rüzgârlarının deli taylarını kışkırtır…
Evet, iğde ağacı çiçeği, kokusu, dalları, çekirdeği ile şiirlerde, türkülerde, efsanelerde, halk biliminde yerini almıştır.
“İğdenin dalları yerdedir yerde
Kız siyah kâkülün yüzüne perde”
Türküsünün ilk dizeleri ise, mahallenin bıçkın delikanlıları ağzından terütaze sevgililerinin yüzünü kapatan ‘siyah kâkül’ü ile iğdelerin mis kokulu dallarını özdeşleştirir.
“İğde Ağacı Efsanesi”
Hani efsaneye göre Nemrut Hazreti İbrahim’i ateşe atmaya karar verince, adamları ateşin yakılabilmesi için odun toplamaya başlarlar. Pek çok ağaç böyle uğursuz bir iş için yanmaya gönülsüzdür. Büyük bir ateşin parçası olmak istemezler. Çünkü kendilerinin yanması İbrahim’in yanması, İbrahim’in yanması kendilerinin yanmasıdır.
Ateşin büyük olması için odun toplayıcılar uzun ve düzgün ağaçları tercih ederler. O zamanlar uzun ve pürüzsüz olan iğde ağacı bu işe gönüllü olarak talip olur. Çevredeki iğde ağaçlarını hep keserler ve ateşe atarlar. Bir ara ateş o kadar büyür ki Hz. İbrahim’i atmak için yanına yaklaşamazlar. Bunun üzerine bir mancınık hazırlanır ve İbrahim’i onunla ateşe atarlar. İbrahim’in düştüğü yer gül bahçesi, ateş göl ve odunlar da balık olur.
Ya iğde ağaçları? O günden sonra iğde ağaçlarının ne düzgünlüğü kalır ne de pürüzsüzlüğü… Çünkü Hazreti İbrahim, iğde ağacının fazla ısı vermesi karşısında Allaha yalvarmış ve bu ağacın cezalandırılmasını istemiştir. Bu sebeple iğde ağaçları; darmadağınık, eğri büğrü ve dikenlidirler. Bu özellikleri yüzünden yakılmak için de pek tercih edilmezler.
O günden bu güne iğde; kıraç toprakların, boz toprakların ağacıdır.
Çocukluk, İğde, Dal, Çekirdek, Nazarlık
Çocukluğumdan hatırlıyorum da, köyümüzde iğde ağacı olmayan bahçe hemen hemen hiç yoktu. Bizim bahçede de, köye giriş yolunu ikiye ayıran köşesinde kambur, uzun ve yabani adını verdiğimiz iğde ağaçları vardı. Tam çaprazındaki, köyümüze elektrik gelince kuruyup gittiği söylenen, Kamyoncu Dede’nin bir çift karaağacıyla bakışırlardı. Biraz ileride de her güz kumlu kumlu olgunlaşmayı bekleyen yüz elli yıllık dağ armudu, bizim kapı ağzındakiyle aynı yaşta sayılır. Bir de Göğüş’ün aşağıya doğru sıralanmış içi oyuk yaşlı söğütleri… Ama bizim iğdeler, göz alıcı, gümüş renkli yapraklarıyla kadife duruşlarıyla sanki köye gelenleri ‘hoş geldiniz!’ edasıyla selamlarlardı. Dal budağı çiçek mevsiminin terkisinde süslenmiş gelin gibi çıkagelince burcu burcu kokusuyla, rüzgârın önünde günlerce savrulur durursunuz sevdadan sevdaya. Bu koku ziyafeti müthiş gelir ruhlara. Hayat yeni baştan neşv-ü nema bulur, insanlar sanki yeniden doğarlar.
Baharın dal budak çiçeklendiği günlerde insanı dağıtan bahçeler cennetten sarkıtılmış güzellikte…
İğde ağacı, İç Anadolu’da, dikenli oluşundan dolayı koruyucu özelliği varsayılarak bahçelerin kenarlarına çit düşüncesiyle dikilir. Çitlerin üzerinden çiseleyerek gelen yağmurlar. Toprağın kokusu… Bu kokuya katılan iğdelerin uçuk sarı çiçekleri ve bayıltan rayihaları ufka doğru bir esintiyle dalga dalga…
İlkokulda okurken öğle aralarında ya da başka vakitlerde bizim bahçenin gedik ağzına gider, Çavuş dedemden kalma iğdelerle önlüğümün ceplerini doldurur; teneffüslerde çerez gibi yerdim.
Bir de olgunlaşan iğdelerin uzun sırıklarla silkinmesi vardı. Ben, çocukluğunda iğde silken bahtiyarlardanım. Yeni yetmelerden acaba böyle bir bahtiyar var mıdır? Yol tarafı toz toprak olduğu için çul çuval serilir; bahçe tarafına çayır çimen diye bir şey sermeye gerek duyulmazdı. İğdenin dalları gevrek olduğu için dikkat edilmesi gerekirdi. Haliyle, “İğdenin dalları gevrek olur” sözü boşuna söylenmemiş.
Ayrıca iğde ağacı ya da dalının dikenli oluşu bahçelerin yanı sıra, insanları da nazardan ve kem gözlerden koruma özelliğine sahiptir. Çünkü İç Anadolu’da, iğde ağacı, iğde dalı ve iğde çekirdeğinin kutsal olduğu kabul edilir. İğde ağacı, iğde dalı veya iğde çekirdeğinin nazara iyi geldiğine ve nazarı önlediğine inanılır. Bu sebeple delinmiş iğde parçacıkları çocukların ve hastaların iç ve dış giyimlerine küçük parçalar halinde dikilir. Başka kıymetli şeylere ya da hayvanların başlarına gök boncuk ve muskayla beraber nazardan koruması için takılır. İğde ağacının çiçekli dalları evlerin içine, hayvanların bulunduğu ağıllara asılır, İğde çekirdeğini inek yerse sütü bereketli olur.
Sert kışların geçtiği günlerde vınlayan, göğün boşluğa rüzgârlarla konuşan iğde ağacı için bir güzelleme olsun benden de bahardan yaza geçerken;
Her ağacın bir şiiri var
Bir yüreği bunu rüzgârlara söyleyen.
Kokusu, baygın kokusu gelir
Mayısta açan iğde çiçeklerinin.
Mayıstan hazirana
Hoş salkımlarıyla “dalları yerdedir”
Göle saçlarını çözen kadın gibi.
Yaprakları gümüşi beyaz
Meyvesi sarı güzelleme, oyy!
Anadolu bozkırlarında
Eleagnus
Kaşgar’da İperhan.
Dallarının adı kırılgana çıkmış
Baygın kokusu kötüye.
Çiçek açtığı zamanlar işten değilmiş
Kızlar, oğlanlar, bir de ıhlamurlar için delirmek
Cümle fısıltıyla, cümle işveyle.
Ne söğüt gölgesi düşleri
Ne de kavak ağacının pamukçukları
İlle iğde kokusu,
İlle iğde kokulu sevgili,
İğde kokulu günlerdi çocukluğum ille.
Şimdi, ”bozkırın uzak bahçeleri”nde bir sükûn ile nefes alıyor iğde ağaçları…
İSMAİL KARAKURT
BAA EĞİTİM DERGİSİ, HAZİRAN-TEMMUZ SAYISI 2009, ANKARA
Gezi Yazısı Türünde Güzel Bir Yazıymış Hocam Teşekkürler…Uçsuz Bucaksız Buğday Tarlalarından Sonraki İğdeleri Ve Güzel Kokusunu İnsan Merak Etmeden Duramıyor 🙂